Deniz ve Mahir için ’71 çıkışı, teorik değilse de pratik olarak Kemalizm’in etkilerinden kopuş yönünde atılmış önemli bir pratik adımdır. Kemalizm, 71 devrimcilerinin dönüşüm sürecinden kaynaklı bir doğum lekesinden, vaktini tamamlayınca kopup düşecek bir kabuktan başka bir şey değildi.
Demokratik ve sosyalist görevleri ve çalışmayı bir an olsun bile ihmal etmeden geliştiren, cumhurbaşkanlığı seçiminin sınıfsal ve politik karakterini ortaya koyan bir siyasi teşhir kampanyası, ne devrimciliğimize halel getirecektir ne de Kılıçdaroğlu ve ittifakı hakkında hayaller yayacaktır.
Kaypakkaya’nın kalemi silahından daha güçlüydü. Teori ve politika düzeyinde, mülteci TKP, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, TİİKP geleneklerinden kopuşu başlatan 71 ihtilalciliğinin en önemli figürüdür. Kemalizm ve milli meselede, yalnız eski tip sağ oportünizmden değil, Deniz ve Mahirlerden de kısmi bir kopuşu temsil etmektedir. Türkiye soluna hepimizi sarsan kayda değer katkılar yaptı
Bundan beş altı ay önce Erdoğan karşıtı cepheye “seçim ikinci tura kalacak” deseydiniz insanlar buna hayırhah yaklaşırlardı. Zira iktidar gücünü elinde bulunduran ve “yenilmezlik” hatta “kadir-i mutlaklık” gibi algılarla efsunlanmış bir tek adama karşı seçimi ikinci tura atabilecek bir sinerjinin ortaya çıkması olumlu bir durum olarak yorumlanırdı.
MEHMET YÜCEL yazdı: "Seçimlerin ikinci turunun tartışıldığı şu günlerde Çin'e dair izlenimlerimin ne ölçüde ilgi çekeceğini doğrusu bilemiyorum. Yine de ilginç bulduğum şeyleri paylaşmayı Türkiye sosyalist hareketine karşı bir görev sayıyorum."
Videolarında konuşma yaparken sırtının bir yanına Atsız’ın diğer yanına Nâzım’ın kitabını alan Kürt (Zaza) Alevisi “Piro” Cumhurbaşkanlığına daha yakın görünüyor. İlk Alevi Cumhurbaşkanı. “Laik, sosyal, hukuk devleti” için ilk olması biraz oksimoron gibi duruyor ama vaziyet budur.
Demokratik modernite’ye modernite’nin kodları ile bakarak sosyalizm göremeyenler; o kodları bir yana bırakmadığınız sürece demokratik modernite’deki sosyalizmi asla göremeyeceksiniz!
HDP ve etrafındaki güçler, Kılıçdaroğlu’nu umut olarak sunmadan taktik manevra kapsamında darbeyi Erdoğancı diktatörlüğe indirmelidir. Yurtsever hareket ve HDP merkezli politik kuvvet, milyonlara dayanan bir kuvvettir. Maddi-politik bir güç olarak karşı-devrim içindeki parçalanmaya oynama yeteneğine sahiptir.
Kayaoğlu’nun samimiyetine ve iyi niyetine dair bir kuşku duymuyoruz. Ancak, Kayaoğlu’nun bu makalesinin, içinde bulunduğumuz konjonktürün görevlerini, [...] bulanıklaştırdığını düşünüyoruz.
Yazıda eleştirilen modernist açıklamalar “Emperyalizme düşman olduğumuzu illa ki belli etmeliyiz” takıntısından kaynaklanıyor. Leninist tarzda bir Makyavelizmi anlayamamış, siyaseti halen steril önkabullerle yürütülebilen bir faaliyet alanı zanneden solculuk türünün yansımaları bunlar.
Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibilerden sola hayır gelmez. Dün ANAP’çıydılar bugün değiller, dün AKP’ciydiler bugün değiller, bugün HDP’ci olurlar yarın olmazlar. Dönek enerjisini dönmekten alır, bir davaya hizmetten değil
Eğer onca Marksist devrimci vekile rağmen parlamentonun olağan akışına az da olsa zeval gelmemişse, o vekiller hâlâ burjuva parlamenterler ve burjuva medya/hukuk tarafından “teröristlik” yapmakla suçlanmamışsa; sosyalist vekillik fayda getirmediği gibi, potansiyel devrimciliğin örgütlü yapılara akması açısından da bir kaldıraç özelliği kazanmamıştır.
Devrimci bir seçim taktiği bahanesiyle HDP’den uzak durma politikası sosyal şoven bir sınıfsal, ideolojik-politik kimliğin bas bas bağırmasıdır. Sermaye ve faşizmin baskısının ürünü olan “Kürtlerle bir arada görünmemek” politikası, düpedüz politik özgürlük mücadelesinden kaçma politikasıdır.
Kemalistlerin yüz yıl önce kurdukları cumhuriyetin tarihsel sınırları tam da burada başlıyor. Milli Mücadele sürecinde seferber olan Türkler, devlet olarak örgütlenmeyi başardılar ve egemen ulus olarak tarihsel sürece dahil oldular. Ancak bugün yardım kampanyalarında seferber olan Türkler devletsiz, inançsız ve kahramansız bir varlık olma halini yaşıyorlar.
İhtilal seçeneğinden kafa olarak uzaklaştırılan garibanlara tek bir şık dayatılıyor: İntihar. Elbette bu intihar (çoğu zaman) kelimenin gerçek anlamıyla yaşamına son vermek anlamına gelmiyor. Bir insanî, sosyal, ekonomik, siyasal, felsefî varlık olarak kendi yaşamına son vermekten bahsediyoruz. Yani nefes alıp vermeye devam eden bir cenaze olmaktan. İş yerleri ve evleri kendi tabutları olan yığınlardan.
Türkiye, son derece kritik, ülkenin kaderini belirleyecek bir seçime (aslında bir referanduma) giderken Trump, Bolsonaro, Duterte gibi “yeni Faşist”lerin (Trumpgillerin) yönetimi ve sonlarıyla bir benzerlik kurulmaya çalışılıyor, onlarla karşılaştırmalar yapılıyor. Oysa bu eksik, belki de hatalı bir karşılaştırma. Kanaatimce, bir karşılaştırma yapmak için doğru örnek Filipinleri 1965-1986 arasında yöneten faşist diktatör Ferdinand Marcos ve kurduğu rejim.
Genellikle kapıyı çalan üç seçenekten birisi olurdu: Birinci seçenek komşu dolmuş şoförü Muharrem; ikinci seçenek kadim dostu Celal, üçüncüsü de siyasi polis…
Felsefeyi ve bilimi belli bir noktada konumlandırdık; konumlandırma işlemini din için yapmak daha zor. Din; ideoloji, politika ve felsefeye yayılmış bir üst yapı mıdır? Böyle bir yapıysa, Althusser’in dediği gibi Marksizm ile benzerlikleri vardır. Fakat bu durumda, dinin de Marksizm gibi bilimi içerdiğini mi söyleyeceğiz?
Burada sunduğum verilerden de görülebileceği gibi Çin KP, çeşitli hatalarına ve sosyalist devrim perspektifinin zayıflığına rağmen Japon emperyalizminin Çin'i köleleştirme ve sömürgeleştirme girişimine karşı esas olarak doğru bir devrimci çizgi izlemiştir.
Aşağıda çevirisini verdiğim alıntı Çin’in Covid-19 mücadelesi hakkında Batı’nın dezenformasyon medyasının takıntığı tutumu ve bu tutumun altında yatan nedenleri ve Çin’deki gerçek durumu çok güzel açıklıyor.
Maraş katliamı, tekil ve mimarı sadece MHP olan bir faşist vahşet olayı değildi; o, ABD’nin, büyük sermayenin ve Kontrgerillanın ve onların küçük ortağı ve maşası olan MHP’nin, en azından 1977’den itibaren ülkeyi bir faşist darbe ortamına sürüklemek amacıyla giriştiği eylemlerin doruk noktasıdır
Strong’a göre, “Geçmişi onlar daha iyi bir geleceğin aracı olarak çözümlüyorlar. Bütün insani gelişmelerin, yalnız kahramanların savaşta can vermeleriyle değil, insanların haksızca ölümleriyle de çok pahalı bir şekilde satın alındığını biliyorlar.
Bu propaganda kampanyaları yokmuş gibi davranamazsınız. ABD merkezli güç ittifakının üye ülkelerinden birinde yaşıyorsanız, destek ve dayanışma ifadeleriniz Latin Amerika, Asya veya Afrika'daki birinden geliyormuş gibi davranamazsınız.
İşte bizim 19 Aralık anlatımımız da '80' sonrası bu dönemden itibaren bir "tarih okuma"sı biçiminde olacak.
Filipin Devrimi Web Merkezi (PRWC- philippinerevolution.nu), kites Yayın Komitesi (kites-journal.org) tarafından FKP Kurucu Başkanı Jose Maria Sison ile yapılan röportajı yeniden yayınlıyoruz. Röportajın tamamını aşağıda okuyabilirsiniz.
Konuyla ilgilenenler özellikle son altı aydır Avrupa'nın neredeyse Covid'in adını bile anmadığını fark etmişlerdir. Resmi kaynaklar ne Covid önlemlerinden bahsediyor ne de vaka sayılarından. AB'nin kulağının üstüne yattığını söylemek pek yanlış olmaz.
Müesses nizam medyası, en sevdikleri Çin karşıtı söylemleri prova etmek için Covid kısıtlamalarına ilişkin protestoların üzerine atladı.
Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Bu Marksist-olmayan radikal devrimci demokrat, hata ve tutarsızlıklarına rağmen ezilen halklara aittir ve hepimiz onun, ömrünün sonuna kadar da böyle kalmasını ve hatta daha tutarlı bir demokrat haline gelmesini ummalı ve dilemeliyiz.
Bana göre Pınarbaşı'nın temel yanılgısı Arapça yazıyı halk katmanlarının Müslüman kitlelerinin içselleştirdikleri, içten benimsedikleri, halktan, tabandan bir yazı olarak görmesi, Latin harflerini ise burjuvazinin "Jakoben" müdahalesi sonucu dışarıdan dayatılan yabancı bir unsur olarak kabul etmesidir.
Çocukluğum, ergenliğim ve gençliğim (12 Eylül Askeri Darbesi’nin ezilenler üzerinde yarattığı korku ve yılgınlık nedeniyle) görece tecrit ortamında geçti. Liseyi okuduğum yıllarda, uzun okul yolunu birlikte yürüdüğümüz sınırlı sayıda arkadaşımla güncel politik konuları, okuduğumuz kitapları coşkulu bir şekilde tartışırdık.
Memleketteki sosyalist solun Çin ve ÇKP’ye bakışında liberallerin-liberal tezlerin etkisinin sanılandan fazla olduğuna dair bir kanaat taşıyorum. Örn. BirGün gazetesinde yazdığım bir yazının Twitter mesajının altına (BirGün’ün Twitter hesabı) kendini sosyalist olarak tanımlayan ve sosyalist basında yazan biri “Xi Jinping bunu beğendi” diye yorum yazmıştı. Oysa, kullanılan lümpen dilin ayıbı bir tarafa, Çin-ÇKP hakkında bütün bildikleri liberallerin anlattığı distopyadan ibaretti.
Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) 20. Kongresi (16-22 Ekim 2022) yerinde izlediğim üçüncü kongre. 2012'deki 18. Kongreden aklımda Hu Jintao'nun görevinin sona ermesi dışında pek bir şey kalmadı.
“Kim yapmış olursa olsun bu saldırıyı lanetliyoruz” demek işte o yüzden tatmin etmiyor TKP’yi. TKP, tam da kendinin zamanı geldiği şevkiyle çakacaktır söylevi: Saldırıyı yaptığından emin olunan Kürt Hareketinin varlığını oturttuğu amaç lanetlenmelidir asıl.
ÇKP’nin (ve sistemin) siyasi-ideolojik olarak liberalleşmesi hatta liberalliğe kapı aralaması bile Deng’in kitabında yoktur. Çırakları olan Jiang ve Hu, ustaları Deng’i işte bu siyasi-ideolojik liberalleşme konusunda geçtiler.
ÇKP kaynaklarında tanımlandığı haliyle, yaşanan sanayileşme atılımı gerçekte devam etmekte olan sanayi devrimi sürecidir. Çin’in sanayileşmesi “makine üreten makinelerin de üretildiği” bir sanayileşmedir; Çin, emperyalist ülke firmalarının montaj üssü değildir. Bu nedenle, bu yazıda sanayileşme ve sanayi devrimi aynı anlamda kullanıyorum.
Modern kapitalist sistemin toplumsal yaşamda meydana getirdiği köklü değişimler, kapalı köy ekonomilerinin kabuklarının kırılmasına, kırsal nüfusun büyük bir bölümünün topraklarını bırakıp kentlere akmasına yol açmış, palavracılarıyla, yalancılarıyla, hırsızlarıyla ve delileriyle bu kültürel varoluş tarzı kentlerin varoşlarında eriyip gitmişti.
Bugünkü iktidar, yani AKP ile Ergenekon ya da derin devletin bir bölümünün ittifakı ya da isterseniz Türk devleti, istese de ABD-AB emperyalist blokundan kopamaz ve Rusya ve/ ya da Çin ile stratejik bir ittifaka giremez.
Özellikle 12 Eylül öncesi kontra-sivil faşist güçlerin silahlı saldırıları, kitlelere militanlıkları ile önderlik etmeleri dışında, günlük hayatın içinde yeni bir insan prototipini temsil eden kişilere yönelmiştir.
[...] bir kez daha sormak gerekmiyor mu: Geçmişin mağdur edilmiş, ezilmiş mazlumları; gelecekte egemen olduklarında yeni zalimler mi olacak? Tarih tekerrür mü edecek?
Çin'in fantastik ekonomik büyümesini, yürürlükte kapitalizmden başka bir sosyal sistem olduğunu kabul etmeden açıklayamazsınız.
ÇKP ileri gelenleri bunun Tayvan halkının gururunu kıracağını, kırgınlık yaratacağını, Çin’i halk gözünde işgalci durumuna düşüreceğini ve bu yüzden gerçek bir çözüm olmayacağını düşünüyorlar.
... karikatürize bir devrimcilik algısının paydaşları arasında sadece devrimci düşmanları ile devrim kaçkınları değil, kendini bizzat solda tanımlayanlar, hatta kimi bu devrimci akımlardan gelenler ve mücadelenin bir yerinden tutanlar da var.
Bu savaş bittiğinde sorun, Rusya’nın Avrupa’yla – ki her zaman istediği gibi – uyumlu bir ilişki mi kuracağı yoksa Avrupa sınırlarında bulunan bir Asya ileri karakolu mu olacağıdır. Ve bunun iyi bir tarihsel örnegi bulunmamaktadır.
Bu aklın varacağı yer, “asi” olan herkesin “toplumsal huzuru bozmak”tan sorgusuz sualsiz tarihin çarmıhına gerilmesi olacaktır.
Bu seçeneksizliğe ailemizden ilk itiraz edendi İbrahim. Gerçeklerle ütopyanın çatıştığı noktada, ayaklarını kendisini var eden topraklara sağlam basarak, “gerçek”lerin bir kader değil, değiştirilebilecek bir veri olduğunu gösterdi.
71 Devrimci Hareketinin 50. yılındayız. Türkiye’nin devrimci tarihi bakımından tayin edici bir kopmanın yaratıldığı bu dönemin derslerini tutarlı ve devrimci bir şekilde edinmenin son derece önemli olduğuna kuşku yok. 71 devrimciliğini devrimci tutarlılıkla anlamak, bu dönemin öncesi olan 1960’lı yılların gelişmesini ve ardından ortaya çıkan 1974-80 devrimci kabarış yıllarını da devrimci tarihin konusu yapmanın kavranılacak halkasıdır.
Bu iktidar cehaletin tahakkümünü örgütlemiştir, onunla örgütlemiştir. Tavandan tabana, tabandan da tavana bir yozluk, çıkarcılık, gerilik, rantiyecilik inşa edilmiş, ülke / toplum değiştirilmiş ve dönüştürülmüştür.
“... memleketi yaktık, yıktık, ordular sevkederek sürülerle adam öldürdük, ocaklar söndü, aileler perişan ve vatan harap oldu... Ne çare ki bütün bu işler su üzerine resim yapmak kabilinden kaldı. Geldik, vurduk, öldürdük, harap ettik ve sonra çekilip memleketi yine eski halinde bıraktık...
Özgür Politika’nın 22 Eylül 1999 tarihli sayısında, okuyucuya ilk bakışta Genelkurmayın ya da Hükümetin bir temsilcisi tarafından kaleme alınmış olduğu izlenimini veren bir yazı yayımlandı. Bu yazı, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül’ün imzasını taşıyordu.
2017'nin 6 Mayısı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının siyasal mirası üzerine farklı düşüncelerin bir kez daha dile getirilmesine tanıklık etti. 1960'ların son yıllarının devrimci gençlik hareketi olan Dev-Genç içinden çıkan üç ana devrimci odağın siyasal çizgi ve nitelikleri geçmişte de nisbeten kapsamlı değerlendirmelerin konusu olmuştu.
“Hani Orta Asya’dan geldiniz ya, gidin oralara, bırakın buraları İNSAN olanlara, Taş Devri’nden yavaş yavaş geçiş yaparak yaşamaya çalışın, sizi kurt mu besler, ayı mı sever, artık o kadarını bilemem ama insan olmadığınızdan eminim...”
Gelecek yıl, 26 Aralık 1893'te doğan Başkan Mao Zedung'un doksanıncı yaşını kutlayacağız. Bugün Marksizm ile revizyonizm arasında sert bir mücadele olduğu açıktır. Dahası Başkan Mao'nun taraftarları arasında dahi Marksizmin üçüncü aşaması olan Maoizme dair yeterli açıklıkta bir kavrayış ve tam bağlılık yoktur. Bunlardan dolayı Maoizmin mücadelesinin verilmesi gerektiğini söylüyoruz.
HABER MERKEZİ– Filipinler Komünist Partisi (CPP), Peru Komünist Partisi’nin kurucusu ve lideri Başkan Gonzalo’nu ölümü nedeniyle Peru’daki işçilere, köylülere ve tüm ezilen sınıflara üzüntülerini ifade eden bir açıklama yayınladı.
1992’den sonra, Pakistan ve Avrupa’daki Afgan solcu sürgün gruplarının oluşması, solcu düşünce ve örgütlenmenin devamı için önemli bir unsurdu. Bu gruplar, fikir ve politikalarını formüle etmeye devam ederek bir zemin oluşturmalarının yanında, solcu kadrolaşma ve parti üyelerinin kolektif hareket etmelerinde de kilit rol oynamışlardır.
Afgan halkının direnişi, halihazırda devrimci bir önderliğin olmamasına, hatta önderliğinin gerici karakterine rağmen objektif olarak devrimci bir rol oynamaktadır.
“Erdoğan ve ortakları; 15-16 Temmuz darbe girişiminin ardından Kürt halkının ve onun siyasal temsilcilerinin dıştalanması ve düşmanlaştırılması politikalarında herhangi bir değişiklik yapmadılar.
Biz geçmişte planlı ekonomi uyguladık. Fakat bu yıllar içindeki deneyimimiz, tamamıyla planlı ekonomi uygulamanın üretici güçlerin gelişmesini belli bir ölçüde engellediğini gösterdi.
“Geçen 5 yılda, benzer pek çok olay yaşandı. Filistinliler ve İsrailliler birlikte yaşamanın yolunu bulacaklarına, işleri iyice sarpa sardırdılar. Son olarak İsrailli üç gencin kaçırılıp öldürülmesi, bu cinâyetlerin intikamı olarak bir Filistinli çocuğun öldürülmesi ve nihayet İsrail’in üç cinâyetin cezasını tüm Gazze’ye ödetmek üzere başlattığı orantısız askerî harekât ise tüm şiddetiyle sürüyor.
Uzun süre açık ya da gizli, bilinçli ya da bilinçsiz bir sansürün ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere bir tür susku komplosunun kurbanı olan İbrahim Kaypakkaya’nın adı son yıllarda daha çok duyulur oldu. Bu değişikliğin hem olumlu, hem de olumsuz nedenleri ve sonuçlarından söz edilebilir. Ama önce şu saptamayı yapmalıyız: Kendisini Türkiye devrimci hareketiyle duygudaşlık içinde gören ilerici-devrimci aydınlarımızın ve kamuoyumuzun 1960’ların sonu ve 1970’lerin başı Türkiyesi’nin üç ana radikal devrimci örgütü ve onları simgeleyen önder kadrolar (THKO/ Deniz Gezmiş, THKP-C/ Mahir Çayan ve TKP (M-L)/ İbrahim Kaypakkaya) arasında kendilerini en uzak hissettikleri isimler TKP (M-L) ve İbrahim Kaypakkaya olmuştur.
Ancak, kendilerinin “ulussuz” olduklarını ya da “ulusal kimlik”lerini reddettiklerini söyleyerek bu kampanyayı sözümona “sol”dan eleştirenler de oldu.
...Bu perspektifin en güçlü seslerinden biri olan Troçkist gelenek için de devrim anlatısı büyük vaatlerin felaketle sonuçlanmasından ibarettir: devrimin dejenerasyonu, bürokrasinin zaferi ve Stalinist karşı devrim.
Üç şiddet-politik dönemin kurucu, kuşatıcı olduğu ve ideolojik iklimler oluşturduğu Dersim’de 1938, 1972 ve 1988 tarihlerini saptayabiliyoruz. Kronolojik sırayla Kemalist ulus-devlet, devrimci politika, Kürt Özgürlük Hareketi. Bu yazı, her üç dönemi karakterize eden şiddet pratiğini ve ardı sıra gelen ideolojik kimliklenmeyi tasvir etmeyi amaçlıyor.
Kadın sorununa ilişkin olarak saflarımızda oportünist yaklaşımlar ve kafa karışıklığı ileri boyutlardadır. Bu konudaki görüşlerimiz; feminist, sosyalist-feminist, demokratik ve Marksist-Leninist görüşlerin bir karışımı görünümdedirler. Bu eklektik çabanın bileşiminde bazan Marksist-Leninist yanın daha ağır basıyor olması ya da daha doğrusu öyle gözükmesi, bazan da bunun tersinin olması, değişik zamanlarda çıkan yazılarda vurgu farklılıklarının gözlemlenmesi vb., kadın sorununda tutarlı Marksist-Leninist bir konumda olmadığımızı, oportünizmden ve feminizmden derinden etkilendiğimizi göstermektedir.
Mehmet Akkaya’nın “Metin Kayaoğlu Öküz Altında Buzağı Aramaya Devam Ediyor” yazısını Demokritosvari, gülerek okudum ve aptallığın sınırlarının nereye uzanabileceği konusunda filozofça düşündüm.
Marksizmin en başarılı olduğu dönemleri aydınlanmacılığın ve onun ürettiği uygarlık kavramından uzaklaşarak en başarısız olduğu dönemleri de aydınlanma değerlerine ve “uygarlık” denen söylenceye yaklaşarak yaşamıştır.
“İşçi” Partisi’nin 14 Mart 2006 tarihli ve “Talât Paşa’yı Mezarı Başında Anıyoruz” başlıklı bildirisinde adıgeçen kişi için şöyle deniyordu:
Ayaklananlar örgütsüzdür ve bir örgüt ısrarıyla “birey”i öne çıkarmaktadır. Bu fikriyatın ideolojik hegemonyasını kurma görevini de büyük ölçüde ekoloji, kadın ve LGBTİ mücadelesi üstleniyor.
Gerek dünyanın başka yerlerindeki ve gerekse Türkiye’deki devrimci grup ve kişilerin ezici çoğunluğu, 27 Ekim’de, yani bundan bir ay önce, polisten kaçan iki Kuzey Afrikalı gencin elektriğe kapılarak ölmelerinin ardından Paris’in banliyölerinde patlak veren ve daha sonra Fransa’nın başka kentlerine de yayılan ve daha çok araba yakma biçimini alan olayları, genel olarak oldukça subjektif bir tarzda değerlendirdiler.
Gün Zileli’nin Görüş sitesinde yayınlanan “TİKB Hatıratları” yazısını dostlarım haber vermeselerdi hiç fark etmeyecektim. On yıl önce yazılmış bir kitabın eleştirisinin bugün yapılması biraz garip kaçsa da cevap vermekle yükümlüyüm.
Asıl meselemize girmeden önce bilmeyenler için Lazların bir halk olarak “gerçekte” kimler oldukları mevzuunu kısaca toparlayalım.
Lenin’in kariyeri ve siyasal düşüncesi ile Bolşevizm üzerine yapılan büyük araştırmalarda, Machiavelli’nin etkisi sorusuna çok az ilgi gösterildi. Walicki gibi, Lenin’in mükemmel bir devrimci Makyavelist politikacı olarak ikna edici bir resmini sunanlar bile, bu terimi kullanmaktan ya da Lenin ile Machiavelli arasındaki ilişkiyi daha yakından keşfetmekten kaçınıyorlar.
Kısaca ifade etmek gerekirse sosyalist demokrasinin işlemesi için bir Komünist Parti iktidarda olmalıdır. Bu başlangıçta bir paradoks gibi görünebilir, ancak değildir.
Sermayenin bugün yenilik yaratma tarzı ise birleşmiş bir dünyanın geleceğe yansıtılmış görüntüsünü her fırsatta parçalayarak ortaya attığı imajlar katalogudur. Sermaye dünyayı Gerçek'te değil ancak İmgesel'de bütünleştirmeye çalışı
Dünyanın bugünkü hâlinin, insana ister istemez Nâzım Hikmet’in yukardaki şiirindeki sitemi/ eleştiriyi anımsattığını kim yadsıyabilir? Herhâlde insanlığın yakın tarihinde, koyu siyasal gericiliğin bu denli baskın olduğu, bütün alanlarda genel bir alçalma ve dejenerasyonun böylesine yaygın olduğu bir dönem yaşanmamıştır.
Bütün bu sözümona eleştiriler sadece dizinin piyasa değerini artırmaya yarar. Bir de, solun ilgisinin devrimci politikadan ılımlı politik kültüre ne kadar kaydığını göstermeye…
1660-1731 yılları arasında yaşayan Romanya kökenli İngiliz yazar Daniel Defoe (daha çok Robinson Crusoe ile tanınır) 1722 yılında yayınladığı bu eserinde 1665 yılında yaşanan ve yaklaşık olarak yüz bin kişinin öldüğü Londra Vebasını anlatır.
Sovyetler Birliği’nde ne zaman Marksizm-Leninizm’e bağlı kalınmışsa, devrim sırasında, iç savaşta, sosyalist inşada, faşist işgal karşısında zorluklar aşılmış, devrimin sürekliliği güvence altına alınmıştır.
Garbis, 12 Mart'tan 12 Eylül'e uzayan tarihsel kesitte işkencede baş eğmez devrimci ve komünist direnişçiliğin de abidesi oldu. İstikrarlı devrimciliğin temsilcisi oldu. Kişisel olarak da tanıdığı İbrahim Kaypakkaya'nın işkencedeki duruşunu içselleştirmiş bir savaşçıydı. Ermeni ulusundan bir komünist olduğu için faşist işkenceciler ona karşı daha azgınca davrandılar. Ama o, buna aldırış etmedi, devrim ve komünizm inancının tutkulu bir savaşçısı olarak güçlü ve örnek baş eğmezliğiyle inandığı yolda alnı açık yürümeye devam etti. Ermeni ulusundan bir komünist olması gerek faşist diktatörlüğün, gerekse de Perinçekler gibi azgın şovenistlerin sistematik iftiralarına ve saldırısına maruz kalmasına yol açtı. Onun şahsında tüm devrimci ve komünist değerler gözden düşürülmeye çalışıldı. O, bu saldırılara da metelik vermedi, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu devrim ve komünizm yolunda militanca yürüdü.
Tartışmamızın temel argümanını bilim insanı, danışman ya da bilim kurulu üyesi olarak adlandırılan kişilerin genellikle görsel medya aracılığıyla halka seslenirken dile getirdikleri görüşlerin, önerilerin ve çoğu zaman dayatmaların ve bu eylemleri sırasındaki hal ve tavırlarının kapitalist ahlak anlayışının doğrudan ya da dolaylı restorasyonu olduğu vurgusu oluşturmaktadır
Dünya solunun durumu bir noktaya kadar anlaşılabilir, ama Türkiye devrimcileri için dünya emperyalistleriyle aynı önerileri tekrarlamaları bir yana, [...] kendilerini politik gündemin dışına atıyorlar, bu en hafif deyimiyle gaflettir.
28 Eylül’de Basnews’ta yer alan habere göre İsmail Beşikçi, Güney Kürdistan’ın
Rewandûz kentinde düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada Kürdistan’ın 4
parça değil 5 parçadan oluştuğunu belirtmişti.
Kapitalizmle yarışarak sosyalist olunmaz, kapitalizmle yarışan sosyalist değildir. Burada söz konusu olan bu bağlamda ütopya zafiyetidir.
Maoizm, 1960 başlarında dünya kamuoyunda açıkça ortaya çıkan ÇKP ile SBKP arasındaki ayrılıkta, Mao’nun tuttuğu anti-revizyonist çizgidir. Bu anlamda Stalinizme geri dönüştür, ya da “%70 Stalinciliği”dir.
Teorik sefaletin ilk semptomu RAF’ın “sol tandanslı” tanımlanmasından doğar. Alaycı kuşumuzun bununla ne anlatmak istediği belli değildir. RAF’ın sol bir örgüt olmadığı mıdır?
Hem komünist kalmayı hem de apolitik sayılabilecek sloganlar düzleminin dışına çıkmayı başarabilen olmuş muydu? Politik konjonktüre de devrimci tarih yazımına da hiçbir pozitif etki bırakmayan “egemenler arasında taraf tutmamak” ilkesi ile yetinmeyi aşabilen görüşler var mıydı?
Son çözümlemede ya da orta ve uzun erimde, sadece devrimci ve ilerici güçleri ezmekle yetinmeyen bugünkü iktidar, 12 Eylül darbesinden ve darbecilerinden -ve Fethullahçılardan- daha tehlikeli olma potansiyelini taşımaktadır.
Komünist bakış açısı, herkesin, ama herkesin âdil ve açık yargılanmasından, her suçlanan kişinin savunma hakkını sonuna kadar kullanabilmesinden vb. yana olmayı gerektirir.
Kıdem tazminatı konusunun devletin istediği şekilde sonuçlanması durumunda işçilerin ve işçi kuşaklarının gelir kaybına uğrayacakları doğrudur. Ama tek başına bunun ne gibi bir önemi vardır? İşçinin karnının tok, sırtının pek olması onu devrimci mi yapacaktır? Tersi de geçerlidir sorunun; açlık da işçiyi otomatik olarak devrimci yapmaz.
Marx’ın dediği gibi, işçiler için örgütlü mücadele parasal kazanımdan daha önemli hale geldiğinde, ancak o zaman politik sınıf mücadelesinden söz edebiliriz.
... Takipçiler ‘71 niçin ve nasıl kısa zamanda ezildi diye hiç düşünmemiş ve ders çıkarmamıştır. Ders çıkarmaya çalışan ve bu soruları soranlar ise sağa savrularak inkarcılığa düşmüşlerdir.
Güney Koreli Bong Joon-ho’nun yönettiği Parazit (Gisaengchung) filmi 2019 yılının birçok sinema ödülünü toplayarak yıla damgasını vurmuştu. Kore toplumundaki sınıfsal ilişkileri ustalıkla ekrana yansıtmasıyla övgüler alan satirik, kara mizah filmi, “sol” perspektiften ele alan değerlendirmeler içinde, yetersiz, hatta olumsuz bulanlar vardı. Kimileri, alt sınıfların parazit olarak resmedilmesinde kusur ararken, asıl olarak filmin sonunun bir çıkış işareti göstermemesinden yakınıyor, toplumsal düzeni yeniden üretmekten öte gidemediğini söylüyordu. Hatta bazıları, filmin, çok çalışılırsa herkesin zengin ve başarılı olabileceği şeklindeki kapitalizm anlayışını destekler nitelikte olduğunu iddia ediyordu.
“27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf, CHP’ye hâkim komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi onun peşinde yedek kuvvet olarak yer almıştır.” (Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 75.)
Komplo teorilerinin geniş kitlelerce kabul görmesi, toplumsal mücadelenin zayıf olduğu tarihsel kesitlerin yarattığı umutsuzluk ortamının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu tarihsel koşullar, ezilenler dünyasının mistik düşünme biçimlerini pekiştirecek korkularla doludur. Ancak ezilenler adına söyleyecek sözü olanların, Marksizm adına öne çıkanların, bu türden mistik-idealist düşünme biçimleriyle mücadele etmesi, gerçek duyusunun korunmasının ve felsefede materyalist olmanın zorunlu bir gereğidir.
Başından beri, viral bir pandemi ile karakterize edilen güncel durumun hiç de öyle özellikle olağanüstü olmadığını düşündüm. AIDS’in (viral) pandemisinden kuş gribine kadar; Ebola virüsü, SARS1 virüsü, birkaç başka gribi de unutmadan –antibiyotiğin iyileştirmediği verem çeşitlerine, kızamığın geri dönüşüne değinmiyorum bile– dünya pazarının, tıbben yetersiz bölgelerin varlığı ve gerekli aşılar konusundaki küresel disiplinin eksikliği ile birleşerek kaçınılmaz olarak ciddi ve yıkıcı salgınlar ürettiğini biliyoruz (AIDS özelinde, birkaç milyon ölüm).
...Lenin’in müdahalesiyle Bolşevikler arasındaki tartışma son buldu. Çarlık subayları Kızıl Ordu’ya alınacak, muharebe, ordu yönetimi ve savaş sanatında uzman olanlar Kızıl Ordu için çalışacak ama başlarında bulunacak birer ‘siyasi komiser’ onları politik bakımdan denetleyecekti.
Eğer siz Schmitt’in dost/düşman ontolojisini kabul ederseniz, evrenseli ve insanlığı ancak bir partikülerin hegemonyası şeklinde anlamak durumunda kalırsınız. Oysa, evrenseli partiküler için heba edemezsiniz, bir yana da itemezsiniz, yok sayamazsınız.
Türkiye devrimi sürecinin ölgünleştiği dönemleri yaşıyoruz. Bu “hikaye”ye okur kazanmak uğruna, heyecan katarak canlandırmanın yararı yok. Bu olsa olsa kötü bir yapıma yol açacaktır.
Fransa ile Türkiye gibi tarihsel evrim ve arkaplanları birbirininkinden çok farklı olan ülkeleri karşılaştırmak ve bundan yersiz ve hatalı bir burjuva demokrasisi övgüsü çıkarmak gibi, Türkiye işçi sınıfı ve halklarının devrimci potansiyelini küçümsemek ve görmezden gelmek de yanlış olacaktır.
ABD'nin ve Batı Avrupa'nın Ortadoğu politikasında belirleyici faktör İsrail'in “güvenliği”dir. Ve İsrail'in “güvenliği” zayıf ya da daha iyisi -Şah Pehlevi döneminde olduğu gibi- “İsrail-dostu” bir İran'ın varlığını gerektirir.
Ancak sokaklardaki siyaset netlikten yoksun ve sürekli olarak değişmekte. “Siyaset karşıtı” fikirlerin ayrımsız bir biçimde var olduğu, farklı sınıfların yan yana geldiği bir atmosferde sokak politikası hızlıca tersine dönebilir. Haziran 2013’te Brezilya’da bilet fiyatlarına gelen zamlara karşı işçi sınıfından sol politikayı destekleyen güvencesiz işçiler sokaklarda hakimiyet kurmuşken iki yıl sonra yolsuzluk karşıtı, güvenlikçi aşırı sağ küçük burjuva politikalar sokakların kontrolünü ele aldı ve Bolsonaro’nun parlamento dışındaki kitle tabanını oluşturdu.
Bourdieu Akademik Aklın Eleştirisi kitabında mutlak iktidarı, öngörülmez olma ve her türlü makul beklentiyi başkalarından esirgeme, başkalarının öngörme kapasitelerine hiçbir fırsat tanımayarak onları mutlak belirsizliğe mahkûm etme iktidarı olarak tanımlamaktadır.
Dünya yeni bir kitlesel ayaklanmalar dizisi tarafından sarsıldı. Birkaçını sıralamak gerekirse, Latin Amerika ve Karayipler’de Haiti, Ekvador, Peru, Arjantin ve Şili’de gösteriler patlak verdi. Bu başkaldırıların altında yatan ekonomik ve politik nedenler nelerdir?
Erdoğan kliğinin burada detaylarına girmeyeceğim bir dizi olumsuz eylem ve pratiği ve bu eylem ve pratiklerinin birer parçasını oluşturduğu stratejisi acaba kime, hangi sınıf ya da kliklere, hangi siyasal güçlere yarıyor?
Öcalan'ın Türk-Kürt sorununun, devletin daha makul ve serinkanlı davranmasıyla çözülebileceği masalını bir kez daha yinelediği görülüyor. Oysa tarihsel deneyim bu yaklaşımın doğru olmadığını yeniden ve yeniden göstermiş bulunuyor. 20 yıl öncesini anımsayalım.
HDP yönetici ve sözcülerinin yukarda aktardığım düşünceleri, tam da bu değindiğim hatalı yaklaşımla sakatlanmışlardır. Bunun temelinde ise onların -ve onlar gibi düşünen diğer kurum, çevre ve kişilerin- anayasal hayallerin etkisi altında kalmaları ve anayasanın ve hukukun işlevi konusunda bir yanılsama içinde olmaları yatmaktadır.
Yeni Yaşam gazetesinde Mehmet Altan’ın “Ortadoğu’nun yeni modeli: Kürtler” başlıklı bir yazısı yayınlandı
Türk burjuva ve İslamcı basınınında bir parçasını oluşturduğu bu gerici koroya Türkiye devrimci hareketinin önemli bir bölümünün de katılmış olması ilginçtir.
Göç ve entegrasyon akımlarının kendilerine yarar getirmediğini gören kesimlerde, kontrolü tekrar ele alma adına ulusal bağımsızlıkçılık, korumacılık yanlılığı, liberalizm karşıtlığı belirginleşti.
Sarı yelekliler hareketi ile ehemmiyetsiz Cumhurbaşkanı Macron’un önderlik ettiği devlet yetkilileri arasındaki şiddetli ve bitip tükenmeyen karşıtlık hakkında ne düşünmeliyiz?
Evet CHP, kendine özgü bir gerici burjuva muhalefet partisi. Ama bu onun ille de, bugün Türkiye halklarının BAŞ düşmanı olan çürümüş ve kokuşmuş Erdoğan-AKP diktatörlüğü karşısında uşakça bir tavır içinde olmasını, kendisini İslami gericiliğin bendesi konumuna sokmasını ve onun önünde ezilip büzülmesini gerektirmiyor.
Bütün yaşananlar [...] “sömürgenin hümanizmi” ideolojisine çıkar. Bunu “ideolojistik” yer altı akıntısı gibi düşünebiliriz. Gözlemlemesek de varlığından eminizdir. Derindedir ve günlük yaşamda etkisi pek görülmez, fakat kritik her anda suyun yüzeyini bulandırır.
Ama bu asla, BAŞ DÜŞMAN ile ikincil düşman arasında ayrım yapmamayı ve hattâ CHP'ni BAŞ DÜŞMAN gibi göstermeyi haklı çıkarmaz.
Mesele, Türkiyeli devrimciliğin gözünü devrimci şiddetten daha çok onu devrimcilikten alıkoyacak mücadele biçimlerine, liberalize edebilecek ideolojik kavrayışlara ve onu sağcılaştıracak politik yönelimlere dikmesidir.
Koca çınarımız, ustamız, vicdanımız, hafızamız, yüz akımızdı.
Hatıranı yaşatmak boynumuzun borcu. Rahat uyu ihtilalin oğlu.
Sistem’in bazı liderleri [...] kişisel olarak bir kadının yerinin evi olduğunu, veya eşcinselliğin ve ırklar arası evliliğin aykırı olduğunu düşünüyorlar. Fakat çoğu böyle düşünse bile bu ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve homofobinin Sistem’in parçaları olduğu anlamına gelmez
Ertesi gün sandık görevlileri ve ilçe yönetimindekiler olayı çözmüşlerdi! En fazla 1000 beklenmesine rağmen Saadet Partisi adayı 2600 küsur oy almıştı. Saadet Partisi ve HDP’ye verilmiş geçersiz oyların da 1000’e yaklaştığı görülüyordu.
Solun tutsaklığı, kendi özgürlük kavramını/kavramlarını burjuva kavramlar aracılığıyla ifade etme tutkusudur. Ayırt edebilme becerisi özgürlük kavramının ayartıcılığıyla sakatlanmıştır. Sakatlanmışlığı da ayırt edemediği güvercin sevdasından bellidir.
Venezuela’nın modern tarihinin, ülkedeki petrolün geçmişiyle paralellik gösterdiği söylenebilir. Petrolün ilk kez 1914’te çıkarılmasından kısa bir süre sonra, ülke 1928’de dünyanın en büyük petrol ihracatçısı konumuna ulaştı.
Geçtiğimiz cumartesi Sarı Yelekliler 15. eylemlerini yaptı. Tüm Fransa'da 282 bin kişinin katıldığı ilk haftadan bu yana katılımcı sayısında büyük bir düşüş yaşansa da; Sarı Yelekliler, hâlâ, cumartesi günleri şehir merkezlerinin günlük akışını etkileyecek ve politik gündemi meşgul edecek bir sayıyı yakalayabiliyor.
POF tam da Manifesto’da betimlenen vatansız işçi sınıfının partisine benziyordu. İnsanı emek temelli tarif eden evrenselci bir felsefi antropoloji üzerinden, her türlü partiküler kimlik absürd sayılıyordu. Vatan dünyaydı.
Eğer güç olarak varsan her şeyi yumruk atmanın vesilesi haline getirebilirsin. Yok, eğer politik bir güç değilsen, yüzlerce belediyen de olsa devletin karşısında devrim adına varlık hakkı kazanamazsın.
Fevzi Bozgeyik ile Nihat Kaymakçı, Antep’te henüz lise çağlarındayken şehit olan iki devrimci. Ölümlerinin üzerinden koca bir 40 yıl geçti… Biri 1978’in, öteki 1980’in Ocak ayında ayrıldılar aramızdan.
Bu hafta sonu İstanbul'da, bileşenlerden oluşan bir kurumun toplantısına katıldım. Katılım hem insan hem de kurum sayısı bakımından beklentilerin hayli üstündeydi.
Bir zamanlar, birkaç nadir istisna olsa da, demokrasi ile kapitalizmin birlikte ilerlediği düşüncesi neredeyse bir vahiy gibi kabul görmüştü. Çin’in başarılı yükselişi işleri değiştirdi.
... hayvanlara değil ezilen insanlara öncelik tanıyan bir ex-veganın ideolojik konumunda bir şey değişmemiş olacak. O, olaylara yine vicdanı üzerinden bakacak. Yani hayvanlara nasıl vicdanla baktıysa insana da vicdani ‒hümanizm‒ gözlüğünden bakacak.
Gramsci, sezarizmi bir felaket dengesi olarak tarif etmektedir. Sezarizm en temel anlamda yönetme yeteneğini kaybetmiş bir rejim, güçsüzleşmiş bir yönetim mekanizması, rıza imal edememeye başlayan bir devlet anlamına gelir.
Düşmanla “sıcak” çarpışma günü geldiğinde, şöyle ya da böyle çok yiğit insan çıkacaktır, ama bugün, her taraftan ve her türlüsünden saldırıya uğrarken bize gerekli olan, basit egosunu yenme dirayeti göstermiş bireylerdir. Bugünlerin kahramanı bu insanlardır.
Geçen haftalarda bu derginin 'Güncel Yazılar' sütununda “Yaşasın Sağlamcılık”[1] başlıklı bir makale yayımlandı. Makalenin sol sapma olarak nitelediği ve liberal bir zemine oturduğunu öne sürdüğü sağlamcılık karşıtlığına yönelttiği eleştirileri, biz burada işimizi kolaylaştırmak için yazının temel izleğini oluşturduğunu düşündüğümüz iki başlık altında toparlayacağız.
Brezilya’da ilk sosyalist örgütlenmeler, 1890’larda Sao Paulo ve Rio de Janerio’da kuruldu. Örgütlerde Avrupa’dan gelen göçmenlerin, özellikle İtalyan göçmenlerinin etkisi ağırlıktaydı. Yeni yüzyılda işçi sınıfı arasında kurulan sendikalarda anarko-sendikalist eğilim ön plandaydı. Bunlar, Meksika ve Rusya devrimlerinden gelen haberlerle giderek militanlaşıyor, 1917’de Sao Paulo’da olduğu gibi geniş katılımlı grevler örgütlüyordu.
Politik olmanın devrimci olmaya yetmediği durumda, politik olanın iç dinamikleri olduğuna inanmakla mı yetineceğiz, yoksa apolitik devrimcilik yolunu mu seçeceğiz? Yoksa politik alanın içinde kalarak devrimci ilkeleri usulünce dillendirmeye mi çalışacağız?
Köz Gazetesinin 24 Haziran seçimleri öncesi düzenlediği ve TvP'nin de katıldığı paneldeki tartışmaların seçim konjonktürünü aşan boyutlarını gözeterek yayınlıyoruz
Politikanın önünü kapatarak politikanın aktörlerini belli yasalara tabi kılmayı hedefleyen her girişimin ezilenin aleyhine ve ezenin lehine olduğu artık tartışmaya açık olmaması gereken bir gerçekliktir
... “doğrudan” kadın sorunundan, erkeğin kadını metalaştırmasından bahsetmek, ne bilimsel düzeyde tali bir meseleye parmak basmaktır, ne başarısızlığa mahkum bir siyasi projenin başlangıcıdır, ve elbette ne de liberalliktir.
Liberalizmin söylemi "iyi ve özgür" olmaktır, ama varoluşu bu ideolojiyle tamamen zıt şekilde, gerçek sorunları duymamak, ilgilenmemek, sessiz kalmak, bedeline razı gelmemektir.
Vedat Düşküner’i gördüm dün 2-3 saat, “biraz sitem/matem gayrısı isyan...” 18 yıldır kesintisiz yatıyor. Boylu poslu bir Ovacıklı, ilkokul mezunu, kati surette yoksul bir çocukluk geçirmiş İstanbul’un Alevi diyarlarında. 19 Aralık 2000’de, “Hayata Dönüş” günlerinde dışarıda, Sarıgazi civarlarında ateşli silahlarla gerçekleştirilen eylemler iddiasıyla tutuklanmış.
Türkiye’nin düzen tarihi, burjuva demokrat bir hareketin ortaya çıkıp çıkmaması meselesine gelip dayanmıştır.
Fransa hükümeti ırkçılığa hatta "ırk"ın kendisine karşı olacak kadar hümanist/demokratiktir. Ancak makbul bir Fransız vatandaşıysanız.
Bir tür entelektüel popülizm, Erdoğan’a karşı uzunca zamandır popülist bir strateji ve propaganda metodu olarak kullanılıyor. 24 Haziran sürecinde bu entelektüel popülizm, yeniden karılmaya çalışılan antagonizma üzerinden yürütülen siyasetteki “Biz”in temel propaganda silahı işlevini gördü.